Murat
Belge
Sınıfsal
değişimler
Türkiye’nin siyaset hayatında “vesayet” diye andığımız dönemin
gerilemesinde dış konjonktür kadar iç koşulların da payı olduğu
kanısındayım. “İç koşul” deyince, bundan öncelikle anlaşılması
gereken şey, eski “devletçi” sistemin kendini tüketmiş olması.
Ama bu da izole bir olay değil. Bütün arızalarıyla bir devletçi
sistem vardı, çünkü bazı ihtiyaçlara cevap veriyordu. Bu
ihtiyaçlar ortadan kalktı; çünkü burjuvazi genel olarak
güçlendi. Yani bir yandan yaygınlaştı; bir yandan derinleşti.
Kendi varolsa da etkilerini siyaset alanına uzatamayan arkaik
taşra burjuvazisi şimdi ciddi bir olgu olarak ortada. Gümrük
Birliği sonrasında Avrupa ile ciddi ilişkiler kurmuş durumda.
Ama Cumhuriyet’in erken dönemlerinde “tekelci devlet
kapitalizmi” dediğimiz yöntemle oluşan ve bugün artık “büyük
burjuvazi” diyebileceğimiz kesim de güçlendi ve siyasî yapı
karşısında görece özerk konumunu edindi. Onun da o yapı üzerinde
etkileri var (şu dönemde muhalefet etme biçimini alıyor, daha
doğrusu o biçimi almak zorunda bırakılıyor).
Bütün bu gelişmelerde ne yazık ki Türkiye solunun payı asgaride
kaldı.
Evet, en azından Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana devlet
ülkenin “kapitalizm yoluyla” kalkınması kararını vermiş durumda
ve bu kararından herhangi bir sapma olmasına izin vermedi.
“Misyon” buysa, “sol”un burada işi yok, diyebilirsiniz. Bu doğru
değil. “Sol”un her durumda bir “işi” vardır. Böyle bir süreçte
temel işlevi de “ekonomik”ten çok “politik”ti. “Feasible” bir
sosyalizm programını sürekli gözönünde tutarken, demokrasinin
genişlemesini temel alan bir muhalefet yapabilirdi ve
yapmalıydı. Ama kendini “Türkiye solu” içinde bir parça olarak
tanımlayan akımların, çizgilerin hepsinin zihnî yapısında
kapitalizmden önce emperyalizm vardı. Halen de öyle.
“Demokrasi”den bu grupların anladığı şeyse, genel olarak, 30’lu
yıllara, tek-parti dönemine dönmekti. Yani, TSK içindeki
cuntacılıkla örtüşen bir ideoloji. Dolayısıyla burada yerine
getirilen iş “demokrasi” kavramının altüst edilmesinden başka
bir şey olamadı.
Bu koşullarda burjuvazi de kendi ölçüleri içinde daha
“demokratik” olmayı öğrenmesi yolunda bir baskıya uğramadı.
Özellikle de “orta burjuvazi”, “taşra burjuvazisi”. Bunlar zaten
muhafazakâr bir ideoloji içinde doğmuş, onu sorgulamak gereğini
duymamış, onunla halli hamur olarak palazlanmış bir kesimdir.
Türkiye’de “büyük burjuvazi/ küçük burjuvazi” diye bir ayrım
yapıldığında, bu iki kesim arasındaki farklılık bir “büyük/
küçük” sorunu, bir “nicelik” sorunu değildir. Kültürel,
ideolojik, yani daha çok üstyapıya bağlı, gene de son derece
önemli farklar, niteliksel ayrımlar vardır. Bunları belki son
analizde bir “rekabet” dürtüsüne indirgeyebilirsiniz. Şüphesiz
bu da vardır, ama bu bir “indirgemecilik” olur. Siyaset
dediğimiz şey de, sahiden “siyaset” olacaksa, “genelleme”yle,
“indirgeme”yle olmaz.
Büyük burjuvazi öteden beri “mektep-medrese” görmüştür. Avrupa
Birliği’ne girmek gibi sorunlarla tanışıp bunun da “demokrasi”
gerektirdiğini görünce şaşkınlığa filan kapılmadı, neyin ne
olduğunu hemen anladı. Bunda kendisi için bir sakınca olmadığını
görebiliyordu. Sorun, “AB benim için daha çok kazanç mı, değil
mi?” kararını vermekti. “Kazanç” diyorsan, her işin bir usulü
var; bu da, “demokrasiyi kabul etme”yi gerektiriyor.
Taşra burjuvazisinin bu konuda bu derece bir esneklik edinmiş
olduğunu sanmıyorum. Tayyip Erdoğan’ın “çoğunlukçu bir rejim”
kurma konusunda gösterdiği pervasızlığın kısmen de buraya
dayandığı kanısındayım. Bu pervasızlık herhalde orada da
birilerini tedirgin etmeye başlamıştır. Ama muhafazakârlıkta ve
ataerkillikte kimseden geri kalmayacak olan bu kesimde bu
endişe, “Yahu, bu adam kavga etmedik kimse bırakmadı. Bunun
sonunda bizim iş ilişkilerimiz bozulmaz mı? Bu gerginlik nereye
varacak?” şeklini alıyordur, diye tahmin ediyorum. “Yahu, bu
kurulan düzende demokrasinin ‘d’sine yer yok. Böyle bir rejimde
nasıl yaşanır?” diyenlerin çoğunluk olmasına daha epey uzun
zaman var.
KAYNAK : http://www.taraf.com.tr/yazilar/murat-belge/sinifsal-degisimler/29735/ |