KAFKAS İŞADAMLARI DERNEĞİ
CAUCASUS BUSINESSMEN ASSOCIATION

 

   

 

 

 

 


Prof. Mitat Çelikpala/

Bildiğimiz dünya düzeni değişirken Türkiye’nin yeri ne olacak?




Politikadan ekonomiye, devletlerden bireylere, dünya tuhaf dönemlerden geçiyor. Yeni bir dünya düzeni arayışı kendini dayatıyor dayatmasına ama aslında sistem değişiyor mu? Prof. Mitat Çelikpala yazdı.



Çinlilerin beddua etmek için “Tuhaf günlerde yaşayasın!” dedikleri söylenir. İnsan, içinde yaşadığımız 21. yüzyılda gerçekten tuhaf günlerde yaşadığı hissine kapılıyor.

Bir yanda yapay zekâ ve bunun insanlığın geleceği üzerinde yaratacağı siyasal, sosyal ve ekonomik etkilerinin tartışıldığı ‘Endüstri Sonrası Çağ’ değerlendirmeleri yer alırken, diğer yanda doğruların, olguların kısacası gerçeğin önemini yitirdiği yeni bir ‘Hakikat Sonrası Çağ’ (post-truth) tartışmaları akıllarımızı zorluyor.

İlkinde, ‘Bilişim Devrimi’ adı altında karşımıza çıkan yarı ve fiber iletkenler, gelişmiş bilgisayarlar, mobil iletişim ve yapay uydu, bilgisayar ağları ve gelişmiş insan-bilgisayar etkileşimi gibi teknolojik gelişmelerin insanlığın geleceğini nasıl şekillendireceğini ve bunun sınırlarını tartışıyoruz.

İkincisinde ise, manipülatif ve gerçeği bağlamından kopartan niteliklerine karşın, yeni medyanın bunlara elverişli yapısından yararlanan siyasetin dünyayı nereye getirdiği ve daha ne maceralara yol açacağını anlamlandırmaya çalışıyoruz.

Hikâye anlatıcılarına karşı gerçek anlatıcıları

İnsanlığı ve siyasal düzeni esir almaya çalışan ‘hikâye anlatıcıları’ toplumsal kanaatlerin, objektif gerçekler yerine şahsi duygu ve inançlar tarafından belirlendiği tamamen siyasal bir ortamda hayatı hepimize zehir ediyorlar.

Amerikalı romancı Mark Twain’den alıntıyla “Gerçek ayakkabılarını giymeden, yalan dünyayı üç kere” hem de saniyeler içerisinde dolaşıyor. Oysa insanlığın ihtiyacı ‘özgür konuşma’, ‘dürüst konuşma’, ‘açık sözlülük’ gibi özelliklere sahip ‘Gerçek Anlatıcıları’.

Bu iki çağ arasında ve aynı düzlemde sıkışıp kalan dünya nüfusunun yüzde 40’ı (yaklaşık 3 milyar kişi) hayatını günde 10 dolar gelir/harcama aralığında idame ettirmeye çalışıyor. Yıllık küresel servetin yüzde 82’si, nüfusun sadece yüzde 1’lik kısmını oluşturan zenginlerin cebine gidiyor. Dünyada toplam dolar milyarderi sayısı 2 bin 43, her 10 milyarderden 9’u erkek, yani zenginlikte de kadın-erkek gelir adaletsizliği söz konusu.

Yıllık küresel servetin yüzde 82’si, nüfusun sadece yüzde 1’lik kısmını oluşturan zenginlerin cebine gidiyor. Dünyada toplam dolar milyarderi sayısı 2 bin 43, her 10 milyarderden 9’u erkek, yani zenginlik de kadın-erkek gelir adaletsizliği söz konusu.

2017 verilerine göre, ‘sekiz’ olarak belirlenen ‘en zengin’ sayısı 61 olmuş. Dünyanın en yoksul yüzde 50’lik bölümünün varlıkları toplamına sahip olan kişi sayısı 2017 yılında 61 iken, bu sayı 2018’de 42’ye inmiş. Kısacası süper zenginler giderek daha da zenginleşiyor, kendi aralarındaki rekabette birbirlerini de tasfiye ederken yoksullar hızla daha da yoksullaşıyor.

Kronik eşitsizlik, ekonomik kriz, başarısız devletler, artan göç, kültürel geri tepkiler, temsili demokrasinin yaşadığı sorunlar, siyasal alana hâkim olan kutuplaşma ve otoriterleşme eğilimleri gibi başlıklar yeni oluşmaya başlayan düzende neden hikâye anlatıcıları yerine gerçek anlatıcılarına ihtiyacımız olduğunu ortaya koyuyorlar.

Hiç gerçekleşmeyen Soğuk Savaş sonrası umutlarımız

Yeni dünya düzeni arayışı da burada karşımıza çıkıyor. Soğuk Savaş sonrasında büyük umutlarla karşıladığımız insani değerler ve serbestiyet üzerine kurulu, çok kutuplu ve refah içinde bir gelecek vaat eden dünya düzeni neredeyse hiç gelemeden, hepimizi eli böğründe bırakarak çekip gitti.

Siyasi ve ekonomik sorunların dayanılmaz ağırlığı altında ezilen, temel insani değerleri hakim kılacak istikrarlı demokratik düzenler vaat eden renkli devrimler ile çeşitli ‘Bahar’ların yarattığı kaos ile karşılaşan halklar, güvenlik ve refah içinde bir hayat sürdürmek amacıyla, dalga dalga umuda göç etmeye çalışıyorlar.

Buna karşın, gelişmiş ve ‘güven’ içinde yaşayan ülkelerin orta sınıfları gittikçe büyüyen korkular içinde yer yer sisteme başkaldırıyorlar. Yer yer kendilerine inanmak istedikleri hikâyeleri anlatan hikâye anlatıcılarının etkisi altında popülizme, içerisinde her türlü düşmanlığı barındıran öfke nöbetlerine kapılıyorlar.

Aşırı sağ ve ırkçı partilerin etkisi, çok değil 10 yıl önce herkes için örnek ve umut olan Avrupa’yı iyi niyeti ve yapıcı rolü sorgulanır bir aktöre dönüştürmüş durumda. Brexit süreci Avrupa’da birlik, değerler ve geleceğin sorgulanmaya başladığı bir etki yaratmış halde.

Aşırı sağ ve ırkçı partilerin etkisi, çok değil 10 yıl önce herkes için örnek ve umut olan Avrupa’yı iyi niyeti ve yapıcı rolü sorgulanır bir aktöre dönüştürmüş durumda. Brexit süreci Avrupa’da birlik, değerler ve geleceğin sorgulanmaya başladığı bir etki yaratmış halde.

Azil kılıcının gölgesindeki ABD Başkanı Donald Trump, küresel güç ABD’yi yeniden bir ‘küresel güç’ olarak yaratmak adına bir taraftan diğerine savurmaya devam ediyor.

Yükselen güç Çin büyük kültürel ve toplumsal farklılıklara rağmen ‘Yol ve Kuşak’ olarak nitelenen yeni İpek Yolu girişimiyle bir tür ‘Çin karakterinde küresel sosyalizmi’ hâkim kılmaya çalışıyor. Ekonomi ve ticaret temelli, değerler ve siyasal süreçlere şimdilik kaydıyla mesafeli duran bir yaklaşım bu.

Putin’in Rusya’sı ise yakın çevresinde askeri gücü ve kaynaklarını kullanarak düzen oluşturmaya çalışan, çok da küresel bir profile sahip olmayan yeni yapıcı güç olarak dertlere çare olabilir mi?

Nüfusu gittikçe artarken istikrarsızlığı adeta bir norma dönen Müslüman dünya ne olacak?

Dünya gerçekten 5’ten büyük mü?

21. yüzyılda sistem aynı mı kalıyor?

Bu türde düşünceler ve onların ürettiği makul sorular karşısında söylenebilecek ilk söz, tüm sınırlılık ve sorunlarına rağmen 21. yüzyıl dünyasının hâlâ ulus-devlet sistemi üzerine kurulu olmaya devam ettiği.

Her ne kadar ulus devletler düzeninin dokunulmazı olarak kabul edilen egemenlik kavramı, karşılaştığımız sorunlar nedeniyle sorgulanır bir hale gelmiş olsa da sistem, egemen ulus devletlerin bir arada yaşaması esasına dayanıyor.

Yaklaşık 300 yıllık bir tarihi geçmişe sahip olan bu sistem, kendi içerisinde değişerek ve dönüşerek çeşitli düzenler yaratmayı başarabildi. Varlıklarını devam ettirmek isteyen, çıkarlarını korumaya çalışan ve bu amaç doğrultusunda güç peşinde koşan devletlerin oluşturdukları denge durumu daima bir düzen yaratmış. Yani aslında düzenler değişse de sistem varlığını sürdürmeyi başarıyor.


Prof. Mitat Çelikpala

Varlıklarını devam ettirmek isteyen, çıkarlarını korumaya çalışan ve bu amaç doğrultusunda güç peşinde koşan devletlerin oluşturdukları denge durumu daima bir düzen yaratmış. Yani aslında düzenler değişse de sistem varlığını sürdürmeyi başarıyor.

Düzen değişiklikleri de bu bağlamda sistemin korunmasını sağlayan emniyet supapları olarak görülebilir.

1648 Vestefalya, 1815 Avrupa Uyumu, 1920’lerin Milletler Cemiyeti ya da 2. Dünya Savaşı sonrasının iki Kutuplu Düzeni akla ilk gelen düzenler. Tarihsel açıdan düzeni belirleyen iki ana faktör ulus devletlerin sahip oldukları ekonomik ve askeri güç ile bunun dağılımı olmuş.

Peşine düştüğümüz yeni dünya düzenini de bu iki ana faktör mü belirleyecek? Yoksa insanlığı ve doğal olarak ulus devletleri mutlu kılacak yeni düzeni farklı ve yeni unsurlar mı belirleyecek?

Yeni dünya düzenini ne belirleyecek?

Bu türde sorulara verilecek cevap hem evet hem de hayır. Yeni dünya düzenini belirleyecek faktörlerin başında elbette ekonomik güç geliyor. Fakat küresel ekonomik güç dağılımında ciddi bir dönüşüm eğilimi görülüyor.

2030 yılında Çin’in ekonomik büyüklük olarak ABD’yi geçeceği tahmin edilen dünyada, en büyük 10 ekonomi arasında bugün için yükselen pazarlar (emerging markets) olarak nitelenen 6 ekonominin yer alacağı öngörülüyor. Bu büyük güçlerin önemli bir kısmı Doğu’dan, Asya Pasifik’ten olacak (Çin, Hindistan, Endonezya, Japonya, Rusya).

Denklemde Batılı aktörler olarak sadece ABD, Almanya ve İngiltere kalırken, Brezilya ve Meksika’nın da listede yer alması bekleniyor. 2030 itibarıyla bugünün yükselen ve gelişen pazarlara sahip ekonomilerin GSMH’lerinin günümüzün gelişmiş ekonomilerinden 3 kat daha fazla artacağı öngörülüyor.

Yeni Dünya düzenini belirleyecek ikinci önemli unsur ise nüfus artışı ve şehirleşme olacak. 2030 itibarıyla 8.5 milyara ulaşması beklenen nüfusun ortalama yaşı 33 olarak hesaplanıyor. Bu genç nüfusun yaklaşık beşte birini Z Jenerasyonu şeklinde nitelenen, toplumsallaşmadan ziyade bireyselliği benimseyen, kurallardan rahatsızlık duyan maceraperest bir kuşak olarak tanımlanan Milenyum Kuşağı oluşturacak.

2030 itibarıyla 8.5 milyara ulaşması beklenen nüfusun ortalama yaşı 33 olarak hesaplanıyor. Bu genç nüfusun yaklaşık beşte birini Z Jenerasyonu şeklinde nitelenen, toplumsallaşmadan ziyade bireyselliği benimseyen, kurallardan rahatsızlık duyan maceraperest bir kuşak olarak tanımlanan Milenyum Kuşağı oluşturacak.

Küresel ısınma, iklim değişikliği ve kirlilik gibi küresel çevre sorunlarının yaratacağı/yarattığı zorlukların baskısı altında ve büyük şehirlerde yaşayan bu nüfusun tüketim alışkanlıkları, hayat beklentileri, eğitim seviyeleri ve elbette korkuları yeni dünya düzeninin belirlenmesinde etkili olacak.

2030 itibarıyla dörtte üçünün internet erişimine sahip olacağı hesaplanan dünya nüfusunun kaynaklara ulaşmasında yaşanacak rekabet, teknolojiyi kullanma becerisi ve kapasitesi, gelecek dünya düzenin ne şekilde gelişeceğine etki edecek ana ve yeni faktörler olarak karşımıza çıkacak. Sistemin karşısına çıkacak yeni meydan okumalar olarak da göreceğimiz bu değişimler, geleneksel ulus devletlerin bu beklentilere yanıt verme kapasitesi ve becerisine bağlı olarak siyasal düzenin de şekillendiricisi olacaklar.

Türkiye’nin bu yeni dünya düzeninde yeri ne olacak?

Türkiye’yi bu büyük dönüşümün dışında tutmak elbette ki mümkün değil. Neredeyse geçtiğimiz yüzyıl boyunca kimlik arayışı temelinde, sürekli bir rekabet ve mücadele içerisinde, Batı ile Doğu arasındaki sıkışıp kalmış bir görünüm sergileyen Türkiye’nin durumu, gerçekleşmesi beklenen küresel sosyal, siyasal ve ekonomik eğilimlerden doğrudan etkilenecek.

Dünyanın en büyük 20 ekonomisi arasında yer alan Türkiye’nin 1980’lerin ikinci yarısından itibaren hızlı bir şehirleşme sürecine girdiği, hayatın sağlıksız ve kontrolsüz biçimde büyüyen şehirlere kaydığı görülüyor. Küresel alana açılma, birer dünya vatandaşı olma beklentisine sahip genç nüfus, beka tehdidi, dini, kültürel ve ulusal kimlik arayışları arasında sıkışıp kalmış bir durumda.

Genç nüfusun eğitim beklentileri, 20. yüzyılın söylem ve pratiklerine hapis olmuş müfredatlar, artan sayıda üniversite sayısına rağmen bu kurumların verdikleri eğitim ve diplomaların toplumsal beklenti ve gerçeklerle ne kadar uyumlu olduğu, mezunlarını bilgi ve bilişim çağına ne düzeyde yaklaştırdığı soruları ışığında sorgulanıyor.

Coğrafya temelli siyasal ve güvenlik sorunlarına odaklı siyaset yapma alışkanlığı, bir türlü kurulamayan güvenlik-özgürlük dengesini daha karmaşık bir hale sokuyor ve küresel resme odaklanılmasına imkân tanımıyor. Kriz bağımlısı, zaman zaman ‘yalnız’ ama ‘değerli’ oyuncu söylemlerine dayalı bir dış politika yürütülmesinin olumsuz etkileri ise hızla değişen dünyanın değişim ve dönüşümlerinden uzaklaşma ihtimalini bünyesinde barındırıyor.

Tuhaf zamanların sarsıcı ve uyuşturucu etkisinden çıkmanın yolu, Endüstri Sonrası Çağ’ın yeni gerçekleriyle yüzleşirken aklını kullanmayı becerebilen nesiller yetiştirmekten geçiyor. Hikâye anlatıcılarının yıkıcı etkisinden bir an önce çıkmak ancak bu şekilde mümkün olabilir. Z Jenerasyonu’nun dinamizmine ve beklentilerine cevap verecek küresel bir siyasal düzenin kurulması gerekiyor.

Türkiye gibi yükselme ile çöküş senaryoları arasında sıkışıp kalmış bir aktörün ekonomik, siyasi ve sosyal potansiyelini yapıcı ve parlak bir güç olma yönünde gerçekleştirmesi de yeni küresel düzenin kurucu bir unsuru olmaktan geçiyor. Aksinin neden olacağı Türkiye senaryolarını düşünmek bile korkutucu.

kaynak : https://fikirturu.com

 
  Paylaş      
 

KAFİAD