Japonya örneği:
Niceliksel gevşeme politikaları bizi sosyalizme mi taşıyor?
Ekonomik daralmanın çaresi talep yaratmaktır. İnanç odur ki,
faiz oranları düşünce yükselen kaldıraç, tüketim ve yatırım
harcamalarını artırır.
Quantitative Easing (QE), yani niceliksel gevşeme, işin posasını
çıkarma anlamında bir Japon icadıdır (1989). Geçici bir önlem
olarak başladı, ancak 26 yıldır uygulanıyor. Yani, Japonya
Merkez Bankası (BoJ) yaklaşık çeyrek asırdır talep yaratmak
amacıyla bir şeyler satın alarak karşılıksız para basıyor.
2008 yılından bu yana BoJa, Fed, ECB, BoE ve daha birçok merkez
bankası katıldı. Şöyle söyleyelim: Lehmandan sonra, yani 2008
yılı eylül ayından bu yana merkez bankaları 600den fazla kez
faiz indirdi. 12.2 trilyon dolarlık parasal genişleme yaptı.
Halen, 6.3 trilyon dolarlık devlet tahvili getirisi negatif. 20
trilyon dolarlık devlet tahvilinde faiz oranı ise yüzde 1in
altında. Buna rağmen küresel büyüme oranı yükselmiyor.
Halen BoJ, ihraç edilmiş Japonya devlet tahvili stokunun yüzde
30una sahip. Aylık tahvil alım miktarı Japonya devletinin
ortalama aylık tahvil ihraç tutarından daha yüksek. Bu nedenle
her ay BoJun satın alacak yeni varlık bulması gerekiyor.
2010 yılında BoJ, Japon hisse senedi ETFlerini (Borsa Yatırım
Fonu) almaya başladı. 2014 yılında 25 milyar dolar tutarında (3
trilyon yen) hisse senedi ETF'i satın aldı.
Yıl 2015 ve ülkenin ETF piyasasının neredeyse yarısı BoJa ait.
Muhtemelen önümüzdeki aylarda BoJ, QE miktarını artıracak.
Şurası bir gerçek: Artık ne QE geçicidir, ne de Japonya
ekonomisinin talep yaratarak toparlanmasına yaramıştır!
QE pratikte, hisse fiyatlarını yükselterek fiyat çarpıklığına
yol açmaktan ve ülkenin en büyük şirketlerinde devletin bir
şekilde en büyük hissedar durumuna gelmesinden başka bir işe
yaramıyor!
Sosyalizm işin şakası; ancak, QElerin sonu nereye varacak
sorusuna şöyle bir cevap vermek de mümkün: Borç, durgunluk,
şirketlerin millileştirilmesi ve ülke ekonomisinin kontrolünün
tamamen devletlerin eline geçmesi!
Peki, bir anlamda kendi kendini yok etme potansiyeli taşıyan bu
sürece serbest piyasa ekonomisinin ya da daha fiyakalı bir
terminolojiyle kapitalizmin kaçınılmaz sonu diyebilir miyiz?
Hayır!
Çünkü, QEnin serbest piyasa ekonomisiyle alakası yok. Serbest
piyasa ekonomisi teorik olarak rant ile bağdaşmaz. Bizim
hükümet sevdalısı "liberaller" kabul etmekte zorlanabilir ama,
serbest derken kast edilen şey rantsız (free of rant)
ekonomidir. QE ise rant ekonomisinin daniskasıdır.
QE, ZIRP ve NIRP, adı ne olursa olsun, finansal varlıkların
fiyatlarını ve oradan tüm varlıkların fiyatlarını çarpıtan
politikalar, dönüp dolaşıp normal koşullarda alınamayacak
riskleri alıp başarısız olan yatırımcıları hayatta tutmaya
çalışarak sistemi bozar. Batmasına izin verilemeyecek kadar
büyük icraatı, sistemin özüne aykırıdır. Çünkü başarısızlık
kapitalizmin vazgeçilmez bir unsurudur. Sistem, başarısız olanın
batması üzerine kuruludur ve kapitalizm, başarısız olanı
ayıklayarak kendini yeniden inşa eder. Politik nedenlerle bu
gerçeği yok sayarsanız, sistemin en kısa sürede kendini
yenilemek için geliştirdiği evrimsel yöntemi çalışmaz hale
getirmiş; serbest piyasa ekonomisinin teorik olarak doğal
seleksiyonla neredeyse birebir örtüşen doğasını bozmuş
olursunuz.
Credit Suisse geçen ay yayımlanan bir raporunda küresel
yatırımcıları tedirgen eden 12 sorun tespit etmişti. Bunlardan
üçü konumuzla yakından ilişkili: 1) Küresel büyümenin düşüyor
olması. 2) Politika yapıcılarının elinde kullanabilecekleri
silahın kalmaması ve QE'lerin etkin olmadığının ispatlanması. (Credit
Suissein birçok müşterisi, "niceliksel gevşeme politikaları işe
yaramıyor" görüşünde. Finansal olarak daha korunmasız bir
dünyaya doğru gidiş, yatırımcıları korkutuyor.) 3) Siyasi
manzaranın giderek daha az şirket dostu hale gelmesi.
Peki, çare ne?
Çareyi geçen hafta ECB başkanı Draghi ağzından kaçırdı. 31 Ekim
günü Alessandro Merli ve Roberto Napoletanoya verdiği
röportajda dolaylı olarak da olsa küresel QElerin başarısız
olduğunu kabul etti. Aynen çeviriyorum:
Dünyanın geri kalan (AB dışı anlamında VÖ) ekonomilerinde
koşullar, birkaç ay öncesine göre kuşkusuz daha zayıf, özellikle
de Hindistan hariç yükselen piyasa ekonomisi ülkelerde. Küresel
büyüme tahminleri aşağıya doğru revize edildi. Yavaşlama
muhtemelen geçici değil.
(
)
Düşük enflasyonun iki etkisi var. İlki negatif, çünkü borcun
azalmasını daha zor hale getiriyor. İkincisi pozitif, çünkü
borcun kendi faiz oranını düşürüyor. Maliye politikasının takip
etmek zorunda olduğu patika dar, ama bir yandan borcun
sürdürülebilirliğini sağlamak, diğer yandan büyümeyi korumak
için başka da bir yol yok. Eğer düşük faiz oranlarından sağlanan
tasarruflar cari harcamalarda kullanılırsa, faizler
artırıldığında borcun sürdürülebilirliği riski artar. İdeal
olanı bu tasarrufların, faiz oranları yükseldiğinde ödemede
soruna yol açmayacak kadar getirisi olan kamu yatırımlarına
harcanması...
Kaynak: http://t24.com.tr/ |