KAFKAS İŞADAMLARI DERNEĞİ
CAUCASUS BUSINESSMEN ASSOCIATION

 

   

''İslamcı burjuva'' nasıl doğdu?

 

Yusuf Özkan Özburun

 

Sanıldığının tam aksine, Anadolu, tarih boyunca hiçbir zaman İslam Medeniyeti’nin bütün yönlerini günlük hayatında temsil etmek bakımından, Türkmen ve Şaman geleneğinden arındırılmış bir anlamda, saf olarak tam manasıyla İslamlaşmadı…

Anadolu Selçukluları’ndan sonra, Anadolu’ya yerleşen değişik boylar, öncü dervişlerin etkisiyle büyük oranda İslamiyet’le tanıştı. Fakat bu tanışıklığın devamı, göçebe kültürünün medeni kültüre dönüştürülmesi, bu medeni kültürün içini de İslam’ın iman, marifet ve san’at (estetik) boyutlarının doldurması ve şekillendirmesi anlamında gelmedi. Daima güdük kaldı. Anadolu’daki kavimler ve boylar arasında, İslamiyet bir ‘kabul’den öteye geçemedi. Öte yandan günlük hayatı, ilişki biçimlerini, günlük yönetim şekillerini, hatta ibadetin yorumlanma tarzlarını alttan alta, bir türlü terk edilemeyen ve dönüştürülemeyen Türkmen ve Şaman kültürü etkiledi. (Bunun en canlı örnekleri, Bektaşi ve Alevi kültüründe kendini gösterir.)

Anadolu köylüsü, tasavvuf kültürünün tam olarak etkilediği kısmi yerler hariç, İslamiyet’i bütün kurumlarıyla, bir Medeniyet tasavvurunu içselleştirmenin tezahürleri bakımından, günlük hayatında hiçbir zaman temsil edemedi. O yine Orta Asya’nın steplerinden koparıp getirdiği günlük hayat ritüellerini, inanış biçimlerini, kadın ve erkek anlayışını, göçebe mantığını ve edasını günümüze kadar sürdürdü. Anadolu Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde de bu durum bir realite olarak sürdüğü halde, başkent olan yerler dışında Medeniyet unsurları tam olarak Anadolu’ya taşınmadı, taşınamadı. Dolayısıyla Anadolu köylüsü nezdinde din, asli bir unsur olarak hiçbir zaman geleneklerin ve törenin önünde yer almadı. Din, ikincil bir konumda, daha çok işlevsel olarak ele alındı. Din, devletle girilecek ilişkide bir ‘araç’ olarak işlev gördü. Hiçbir zaman toplumsal refahtan gereken payı alamadığı için, hiçbir zaman iktidarda belirleyici, bürokrasiyi çekip çevirici bir konumda bulunamadığı için, Anadolu insanı, sürekli bunların ezikliğini ve yoksunluğunu yaşadı. İktidar ve zenginlik karşısında ister istemez oluşan duygusal ve zihinsel zaaf, tarih boyunca bir ukde olarak varlığını korudu ve toplumsal hafızada paslı bir çivi gibi durdu. Eğer Freud’un kavramlarına itibar edecek olursak, Anadolu realitesinin ‘toplumsal biliçaltı’nda ‘servet ve iktidardan yoksunluk’ hep bir kompleks olarak dipdiri kaldı.

Cumhuriyet’le birlikte servet ve iktidar paylaşımının tekelleşmesi, İstanbul ve İzmir kaynaklı ‘bir Cumhuriyet burjuvazisi’ meydana getirdi. Bu elit yapı, kendi içinde sosyetesini de doğurdu. Bu sosyetenin içinden, rejimin dümen suyuna girmiş, ham kitleleri bu düzenin kalıbına sokmakla vazifeli, yazar, şair, ideolog, aydın kanaat önderleri de türemiştir. Buna karşın, dindarların, medrese ve tekkeden gelen alim ve ariflerin temsil ettiği ilim geleneği dumura uğramış vaziyetteydi. Dolayısıyla, Anadolu insanına kanaat önderliği edecek alimler, ya rejime boyun eğmek zorunda bırakılmış (Elmalılı Hamdi Yazır gibi), ya rejimin saflarına geçmiş (Şemseddin Günaltay gibi) ya da büyük bir baskıya maruz kalarak sindirilmeye çalışılmıştır (Bediüzzaman Said Nursi gibi. Gerçi Said Nursi, Eski Said’den Yeni Said’e geçişiyle, Nur Risalelerini telif etmek suretiyle, din dilini, Medeniyet biçimini memleket insanına yepyeni bir yorumla sunarak mücadele etme yolunu seçmiş ve dinin itikadi esaslarını bir Medeniyet’i yeniden inşa edecek biçimde yeniden sunmuş, İslam düşüncesi geleneği ile bugünün yegane köprüsü olma vazifesini deruhte etmiştir.)

1950’li yıllardan sonra, kısmi özgürleşme ile birlikte, İstanbul ve İzmir burjuvazisine karşı yönünü Anadolu’ya dönmüş kimi yazar, şair ve düşünürler, kanaat önderliğini üstlenmeye başlamıştır. (Necip Fazıl Kısakürek, Nurettin Topçu vb. gibi.) Bu yeni kanaat önderlerinin iki temel handikapı vardı: Birincisi, Anadolu realitesini tam anlamıyla İslami kabul etmenin naiv romantizmi. İkincisi, din anlayışını sadece rejimle doğrudan mücadele şeklinde reaksiyoner tarzda algılama ve politik düzlemde temsil etmeye çalışma gayesi.

Böylece, rejimin imkanlarına sahip olunursa, ‘Düşmanının silahıyla silahlanılırsa’ yeniden bir İslam devletinde yaşamak, ‘şanlı tarihimiz’de olduğu gibi üç kıtada at koşturmak mümkün olacaktı. Anadolu realitesini İslamileşmenin modeli olarak sunmak, tarihten gelen servet ve iktidar açlığına kapı açtı ve bu durum din algısını daha çok politik bir zemine çekti. Ortaya, devlet odaklı düşünen, agresif (haklı olarak), din ile nisbetini ‘iman’ odaklı değil ‘İslam’odaklı kuran samimi ama sloganik bir dindar tipolojisi çıktı. Dini duruşunu sadece rejimin görünen aygıtlarına karşı konuşlandırmış, bu aygıtlara sahip olduğunda toplumu yukarıdan aşağıya İslamileştireceğine inanan, bu nedenle medyaya, siyasi otoriteye ve sermaye birikimine çok vurgu yapan yarı devrimci bir zihniyet teşekkül etti. Bu devrimci zihniyetin karşısında imiş gibi gözüken evrimci İslami anlayış da, rejime karşı aynı zaafları (iktidar, medya, sermaye) besliyordu.

Gelinen noktada, 1980’lerin kendine özgü koşullarında, servet ve iktidar açlığı çeken, gizli- bastırılmış dünyevi taleplerini dini talepler şeklinde somutlaştıran bu dindar kitle, ‘düşmanının silahıyla silahlandı’, servet ve iktidara kavuştu, servet ve iktidarın dönüştürücü gücü karşısında taklidi iman ve reaksiyoner İslam anlayışları tutunamadı, dönüşüm tamamlandı ve İslamcı burjuva, burjuva ahlakının göstergelerini de üzerinde taşıyarak doğdu.


Onların çoğu yiğidin harman olduğu, yitik hüzünler diyarı, Anadolu’nun kavruk evlatlarıydılar. Osmanlı’dan beri dedeleri, ataları değişmeyen bir senaryonun parya rolündeki figüranlarıydı.

Osmanlı’nın payitaht kurduğu yerlerin (Edirne, Bursa, İstanbul) dışında kaldıkları için hanla, hamamla, debdebeyle ihtişamla, medeniyetin rafine ürünleriyle karşılaşma fırsatları olmamıştı. Onlar, cumbalı köşklerde ud ve tambur ile suzinak bir şarkıyı terennüm etmenin ne demek olduğunu bilemediler, onlar alınlarını koydukları kuru toprak gibi bomboz bozlaklar, yareli ağıtlar, ciğer kokulu türküler söylediler. Babaları ve anaları, güneşin alnacında kavrula kavrula ekip biçtikleri bir avuç buğdayı, arpayı öşür, aşar diye verdiler. Mülazime, katibe, mutasarrıfa, hatta basit bir zabite karşı bür bür büküttüler, onların devlet soğuğu çehrelerinin karşısında, Osmanlı devrinde serpuşlarının ucunu, Cumhuriyet devrinde kasketlerini ellerinin arasında gevelediler.

Dedeleri ve babaları, ‘dövlet, hokümat ve cenderme’ üçgeninde ezik, şahsiyetleri dümdüz edilmiş, korku içinde yaşadılar. Dinden kopmuş, özü boşalmış gelenek, görenek ve törenin ezici ve tahripkar baskısı yetmezmiş gibi, ağaların ve eşkıyanın zulmü yetmezmiş gibi, kahreden yoksulluğun pençesinde hayat ve mematla pençeleştiler.

Sanıldığı gibi Cumhuriyet yeni bir devlet değildi. Bütün kurumlarıyla, zaaflarıyla, refleksleriyle Osmanlı’nın devamı idi. Dolayısıyla Osmanlı’nın özellikle son dönemde tebarüz eden bütün hastalıkları da (Prens Sabahattin’i hatırlarsak, onun dile getirdiği, memuriyet zihniyeti, merkeziyetçilik, kişisel girişim ruhunun olmayışı; ayrıca kişi eksenli liderlik anlayışı, toplumsal ikiyüzlülük, makam sahibine yaranma, toplumsal özgüven kaybı zenginlik ve servet karşısında aşırı eziklik vs.) devralındı. 1950’lere kadar onların dedeleri ve babaları bir avuç Cumhuriyetçi elitin güdümünde, gerektiğinde ezanları susturularak, gerektiğinde zorla senfoni orkestrası dinletilerek devlet eliyle ‘efendi’leştirilmeye tabi tutuldu. Fakat mide gurultularını dinleyen, sırtında ceketiyle ayağındaki poturu tozdan ve güneşten tanınmaz hale gelmiş, bulgur aşına talim etmekten imanı gevremiş bu insanlara efendilik n’etsindi? Eskiden beri, ‘katibime kolalı da mintan ne güzel yaraşır’dı, ‘dövlet her zaman on beş yaşında’ydı, ‘ben bilmem Ankara bilir’di. Bu, böyleydi…

Dedeleri ve babaları bu hisler içinde onlara, ‘Aman oğul sırtını dövlete yasla!’, ‘Oku, oku da adam ol, bizim gibi eşşek olma’, ‘Şu köyün başına bir taksiyle gel, yoksam gözüm açıh gider’, ‘Bizim oğlan tohtur, muvandiz olacah’ diye öğütler verdiler. Nineleri, anneleri onları takım elbise ve kravatla görünce hep gözleri yaşardı.

1950’lerden sonra vaziyet değişmeye başladı, ‘Yeter, söz milletin’ gibi sözler, sloganlar işitilir oldu. 60’lardan itibaren mektep medrese yüzü görmeye, birer ikişer ‘okumaya’ başladılar. Çoğu, Anadolu’da ne kadar dindarlık varsa o kadar dindardılar. Fakat ‘köyden şehere inince’, şehirli züppelerin, ikinci kuşak ayrıcalıklı kadronun çocuklarının yaşantılarını gördüler. Bütün suyun başını tutanların onlar olduğunu gördüler ki çoğu Robert Kolej, Galatasaray Lisesi ve muhtelif Fransızca eğitim yapan liselerden mezun besili, gürbüz ve frapan çocuklardı.

Bu baskın sistematik yapı karşısında korunma refleksiyle dini ve milli hislerine sarıldılar. Bir yandan da kökü tarihin derinliklerinde saklı dünyevi iktidar ve servet edinme taleplerini değişik biçimlere büründürerek ve ulvi taleplerin gölgesinde saklayarak dillendirmeye koyuldular. Bu gizli iç talepler bugün itibarıyla meyvesini veriyor görünmektedir. Nerden mi anlıyoruz? Birileri Hawaii’ye giderken, onlar bugün Dubai’ye gidiyorlar. Karıları ve kızları siyah camlı güneş gözlükleriyle siyah ciplere biniyorlar. (Dikkat! Nesnelere düşman değilim, zenginlik düşmanı hiç değilim. Gücün, servetin ve bilginin de ahlakı olmasından bahis açıyorum…) Modayı takip ediyor, rengarenk giyiniyor, pahalı cafelere gidiyor, jakuzili ve yüzme havuzlu evlerini Anadolu menşeli kavruk bacılara temizletiyorlar. Şimdi onları gümüş yüzükleri ve afilli başörtüleri de olmasa ayırt etmek imkansız. Hanımları örtülü, sekreterleri mini etekli. Kişisel tarihlerinde annelerinden ve kız kardeşlerinden başka bir kadın görmeyerek başları bağlandığı için kadın meselesinde ciddi sıkıntıları var. Marka giyiniyorlar, parayı harcayacak yer bulamıyorlar, yüzlerine bakan yüz binlerce aç adamın karşısında kapılarında ‘dikkat köpek var’ yazılı villalarında yemekler, partiler veriyorlar. (Sözün burasında, mekanın ve nesnelerin üst düzey olmasının değil, bu mekan ve nesnelere yüklenen anlamın, bunlarla girilen ilişki biçiminin dünyevileşmeyi oluşturduğunun farkında olduğumu belirtmek isterim.)

Dini kimliklerini üzerinde bir kambur gibi taşıyorlar, kendilerini hep olduğundan farklı göstermeye, bir yerlere ve birilerine ispat etmeye gayret ediyorlar. Bunu gören Cumhuriyetçi elitin köşe başını tutmuş ağaları deliriyorlar, pastalarına ortak çıktığını görüp hafakanlar geçiriyorlar. ‘İslam ve İslamcılar’ konusunu sürekli ayakta tutarak, habire televizyon ekranlarına ve gazete sayfalarına taşıyarak hem malzeme ve gündem ihtiyaçlarını gideriyorlar, hem de onları pastanın başından kovmaya çalışıyorlar. Bir kısım büyük gazete köşe yazarları da sürekli bu konuları kaşıyarak hem günah çıkarıyor, hem de bireysel iktidarlarını pekiştiriyorlar. İşte, ‘İslamcı burjuva’ filan diye adlandırılan bugünün şeşi beş gören zengini, böyle bir psikolojik ve sosyolojik mirasın toprağında yeşermiştir.

Tüm bu manzaranın karşısında ben, “Bir nehir kenarında abdest alsanız bile suyu israf etmeyiniz.” diyen peygamber hitabını düşünüyorum, ‘sevad-ı azam’a (halkın geneli, büyük karaltı) riayet lazımdır’ diyerek halkın genel yaşama standardını incitmeyecek bir yaşayışı öngören alimlerin sözüne kulak veriyorum. İktisat ve kanaatle sade yaşamanın erdemini önemsiyorum. Zenginlik düşmanı olmadan, nesnelere ve sembollere tapınmadan ve düşman olmadan, ‘veren el’ olmanın anlamını hatırlatıyorum… Erdemli ve ahlaki zenginleşmenin bir sahabe tavrı olduğunu söylüyorum..

Yüz tane aç adamın karşısında, rahmetli Erol Taş’ın filmlerde hoyrat kahkahalarla tavuk budlarını gövdeye indirişini andıran bir hali havsalamda bir yere oturtamıyorum… Yanlış anlaşılmasın, terbiye olunmamış bir nefsin içinde hep bir ‘burjuva’ ve ‘burjuva özentisi’ taşıdığını iyi biliyorum. Çoğu kere rahibenin iffetinin de suretinin gayrıfotojenik oluşundan kaynaklandığını biliyorum.
 

http://www.islamiyontem.net/index.php/slamc-burjuva-nasl-dodu

 

KAFİAD uğur mumcu'nun sokaği 20-5 g.o.p. ankara  Tel : + 90(312) 447 49 70 Fax : + 90(312) 446 99 12