Sanıldığının tam aksine, Anadolu, tarih boyunca hiçbir zaman İslam
Medeniyetinin bütün yönlerini günlük hayatında temsil etmek
bakımından, Türkmen ve Şaman geleneğinden arındırılmış bir anlamda,
saf olarak tam manasıyla İslamlaşmadı
Anadolu Selçuklularından sonra, Anadoluya yerleşen değişik boylar,
öncü dervişlerin etkisiyle büyük oranda İslamiyetle tanıştı. Fakat
bu tanışıklığın devamı, göçebe kültürünün medeni kültüre
dönüştürülmesi, bu medeni kültürün içini de İslamın iman, marifet
ve sanat (estetik) boyutlarının doldurması ve şekillendirmesi
anlamında gelmedi. Daima güdük kaldı. Anadoludaki kavimler ve
boylar arasında, İslamiyet bir kabulden öteye geçemedi. Öte yandan
günlük hayatı, ilişki biçimlerini, günlük yönetim şekillerini, hatta
ibadetin yorumlanma tarzlarını alttan alta, bir türlü terk
edilemeyen ve dönüştürülemeyen Türkmen ve Şaman kültürü etkiledi.
(Bunun en canlı örnekleri, Bektaşi ve Alevi kültüründe kendini
gösterir.)
Anadolu köylüsü, tasavvuf kültürünün tam olarak etkilediği kısmi
yerler hariç, İslamiyeti bütün kurumlarıyla, bir Medeniyet
tasavvurunu içselleştirmenin tezahürleri bakımından, günlük
hayatında hiçbir zaman temsil edemedi. O yine Orta Asyanın
steplerinden koparıp getirdiği günlük hayat ritüellerini, inanış
biçimlerini, kadın ve erkek anlayışını, göçebe mantığını ve edasını
günümüze kadar sürdürdü. Anadolu Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet
döneminde de bu durum bir realite olarak sürdüğü halde, başkent olan
yerler dışında Medeniyet unsurları tam olarak Anadoluya taşınmadı,
taşınamadı. Dolayısıyla Anadolu köylüsü nezdinde din, asli bir unsur
olarak hiçbir zaman geleneklerin ve törenin önünde yer almadı. Din,
ikincil bir konumda, daha çok işlevsel olarak ele alındı. Din,
devletle girilecek ilişkide bir araç olarak işlev gördü. Hiçbir
zaman toplumsal refahtan gereken payı alamadığı için, hiçbir zaman
iktidarda belirleyici, bürokrasiyi çekip çevirici bir konumda
bulunamadığı için, Anadolu insanı, sürekli bunların ezikliğini ve
yoksunluğunu yaşadı. İktidar ve zenginlik karşısında ister istemez
oluşan duygusal ve zihinsel zaaf, tarih boyunca bir ukde olarak
varlığını korudu ve toplumsal hafızada paslı bir çivi gibi durdu.
Eğer Freudun kavramlarına itibar edecek olursak, Anadolu
realitesinin toplumsal biliçaltında servet ve iktidardan
yoksunluk hep bir kompleks olarak dipdiri kaldı.
Cumhuriyetle birlikte servet ve iktidar paylaşımının tekelleşmesi,
İstanbul ve İzmir kaynaklı bir Cumhuriyet burjuvazisi meydana
getirdi. Bu elit yapı, kendi içinde sosyetesini de doğurdu. Bu
sosyetenin içinden, rejimin dümen suyuna girmiş, ham kitleleri bu
düzenin kalıbına sokmakla vazifeli, yazar, şair, ideolog, aydın
kanaat önderleri de türemiştir. Buna karşın, dindarların, medrese ve
tekkeden gelen alim ve ariflerin temsil ettiği ilim geleneği dumura
uğramış vaziyetteydi. Dolayısıyla, Anadolu insanına kanaat önderliği
edecek alimler, ya rejime boyun eğmek zorunda bırakılmış (Elmalılı
Hamdi Yazır gibi), ya rejimin saflarına geçmiş (Şemseddin Günaltay
gibi) ya da büyük bir baskıya maruz kalarak sindirilmeye
çalışılmıştır (Bediüzzaman Said Nursi gibi. Gerçi Said Nursi, Eski
Saidden Yeni Saide geçişiyle, Nur Risalelerini telif etmek
suretiyle, din dilini, Medeniyet biçimini memleket insanına yepyeni
bir yorumla sunarak mücadele etme yolunu seçmiş ve dinin itikadi
esaslarını bir Medeniyeti yeniden inşa edecek biçimde yeniden
sunmuş, İslam düşüncesi geleneği ile bugünün yegane köprüsü olma
vazifesini deruhte etmiştir.)
1950li yıllardan sonra, kısmi özgürleşme ile birlikte, İstanbul ve
İzmir burjuvazisine karşı yönünü Anadoluya dönmüş kimi yazar, şair
ve düşünürler, kanaat önderliğini üstlenmeye başlamıştır. (Necip
Fazıl Kısakürek, Nurettin Topçu vb. gibi.) Bu yeni kanaat
önderlerinin iki temel handikapı vardı: Birincisi, Anadolu
realitesini tam anlamıyla İslami kabul etmenin naiv romantizmi.
İkincisi, din anlayışını sadece rejimle doğrudan mücadele şeklinde
reaksiyoner tarzda algılama ve politik düzlemde temsil etmeye
çalışma gayesi.
Böylece, rejimin imkanlarına sahip olunursa, Düşmanının silahıyla
silahlanılırsa yeniden bir İslam devletinde yaşamak, şanlı
tarihimizde olduğu gibi üç kıtada at koşturmak mümkün olacaktı.
Anadolu realitesini İslamileşmenin modeli olarak sunmak, tarihten
gelen servet ve iktidar açlığına kapı açtı ve bu durum din algısını
daha çok politik bir zemine çekti. Ortaya, devlet odaklı düşünen,
agresif (haklı olarak), din ile nisbetini iman odaklı değil
İslamodaklı kuran samimi ama sloganik bir dindar tipolojisi çıktı.
Dini duruşunu sadece rejimin görünen aygıtlarına karşı
konuşlandırmış, bu aygıtlara sahip olduğunda toplumu yukarıdan
aşağıya İslamileştireceğine inanan, bu nedenle medyaya, siyasi
otoriteye ve sermaye birikimine çok vurgu yapan yarı devrimci bir
zihniyet teşekkül etti. Bu devrimci zihniyetin karşısında imiş gibi
gözüken evrimci İslami anlayış da, rejime karşı aynı zaafları
(iktidar, medya, sermaye) besliyordu.
Gelinen noktada, 1980lerin kendine özgü koşullarında, servet ve
iktidar açlığı çeken, gizli- bastırılmış dünyevi taleplerini dini
talepler şeklinde somutlaştıran bu dindar kitle, düşmanının
silahıyla silahlandı, servet ve iktidara kavuştu, servet ve
iktidarın dönüştürücü gücü karşısında taklidi iman ve reaksiyoner
İslam anlayışları tutunamadı, dönüşüm tamamlandı ve İslamcı burjuva,
burjuva ahlakının göstergelerini de üzerinde taşıyarak doğdu.
Onların çoğu yiğidin harman olduğu, yitik hüzünler diyarı,
Anadolunun kavruk evlatlarıydılar. Osmanlıdan beri dedeleri,
ataları değişmeyen bir senaryonun parya rolündeki figüranlarıydı.
Osmanlının payitaht kurduğu yerlerin (Edirne, Bursa, İstanbul)
dışında kaldıkları için hanla, hamamla, debdebeyle ihtişamla,
medeniyetin rafine ürünleriyle karşılaşma fırsatları olmamıştı.
Onlar, cumbalı köşklerde ud ve tambur ile suzinak bir şarkıyı
terennüm etmenin ne demek olduğunu bilemediler, onlar alınlarını
koydukları kuru toprak gibi bomboz bozlaklar, yareli ağıtlar, ciğer
kokulu türküler söylediler. Babaları ve anaları, güneşin alnacında
kavrula kavrula ekip biçtikleri bir avuç buğdayı, arpayı öşür, aşar
diye verdiler. Mülazime, katibe, mutasarrıfa, hatta basit bir zabite
karşı bür bür büküttüler, onların devlet soğuğu çehrelerinin
karşısında, Osmanlı devrinde serpuşlarının ucunu, Cumhuriyet
devrinde kasketlerini ellerinin arasında gevelediler.
Dedeleri ve babaları, dövlet, hokümat ve cenderme üçgeninde ezik,
şahsiyetleri dümdüz edilmiş, korku içinde yaşadılar. Dinden kopmuş,
özü boşalmış gelenek, görenek ve törenin ezici ve tahripkar baskısı
yetmezmiş gibi, ağaların ve eşkıyanın zulmü yetmezmiş gibi, kahreden
yoksulluğun pençesinde hayat ve mematla pençeleştiler.
Sanıldığı gibi Cumhuriyet yeni bir devlet değildi. Bütün
kurumlarıyla, zaaflarıyla, refleksleriyle Osmanlının devamı idi.
Dolayısıyla Osmanlının özellikle son dönemde tebarüz eden bütün
hastalıkları da (Prens Sabahattini hatırlarsak, onun dile
getirdiği, memuriyet zihniyeti, merkeziyetçilik, kişisel girişim
ruhunun olmayışı; ayrıca kişi eksenli liderlik anlayışı, toplumsal
ikiyüzlülük, makam sahibine yaranma, toplumsal özgüven kaybı
zenginlik ve servet karşısında aşırı eziklik vs.) devralındı.
1950lere kadar onların dedeleri ve babaları bir avuç Cumhuriyetçi
elitin güdümünde, gerektiğinde ezanları susturularak, gerektiğinde
zorla senfoni orkestrası dinletilerek devlet eliyle
efendileştirilmeye tabi tutuldu. Fakat mide gurultularını
dinleyen, sırtında ceketiyle ayağındaki poturu tozdan ve güneşten
tanınmaz hale gelmiş, bulgur aşına talim etmekten imanı gevremiş bu
insanlara efendilik netsindi? Eskiden beri, katibime kolalı da
mintan ne güzel yaraşırdı, dövlet her zaman on beş yaşındaydı,
ben bilmem Ankara bilirdi. Bu, böyleydi
Dedeleri ve babaları bu hisler içinde onlara, Aman oğul sırtını
dövlete yasla!, Oku, oku da adam ol, bizim gibi eşşek olma, Şu
köyün başına bir taksiyle gel, yoksam gözüm açıh gider, Bizim
oğlan tohtur, muvandiz olacah diye öğütler verdiler. Nineleri,
anneleri onları takım elbise ve kravatla görünce hep gözleri
yaşardı.
1950lerden sonra vaziyet değişmeye başladı, Yeter, söz milletin
gibi sözler, sloganlar işitilir oldu. 60lardan itibaren mektep
medrese yüzü görmeye, birer ikişer okumaya başladılar. Çoğu,
Anadoluda ne kadar dindarlık varsa o kadar dindardılar. Fakat
köyden şehere inince, şehirli züppelerin, ikinci kuşak ayrıcalıklı
kadronun çocuklarının yaşantılarını gördüler. Bütün suyun başını
tutanların onlar olduğunu gördüler ki çoğu Robert Kolej, Galatasaray
Lisesi ve muhtelif Fransızca eğitim yapan liselerden mezun besili,
gürbüz ve frapan çocuklardı.
Bu baskın sistematik yapı karşısında korunma refleksiyle dini ve
milli hislerine sarıldılar. Bir yandan da kökü tarihin
derinliklerinde saklı dünyevi iktidar ve servet edinme taleplerini
değişik biçimlere büründürerek ve ulvi taleplerin gölgesinde
saklayarak dillendirmeye koyuldular. Bu gizli iç talepler bugün
itibarıyla meyvesini veriyor görünmektedir. Nerden mi anlıyoruz?
Birileri Hawaiiye giderken, onlar bugün Dubaiye gidiyorlar.
Karıları ve kızları siyah camlı güneş gözlükleriyle siyah ciplere
biniyorlar. (Dikkat! Nesnelere düşman değilim, zenginlik düşmanı hiç
değilim. Gücün, servetin ve bilginin de ahlakı olmasından bahis
açıyorum
) Modayı takip ediyor, rengarenk giyiniyor, pahalı cafelere
gidiyor, jakuzili ve yüzme havuzlu evlerini Anadolu menşeli kavruk
bacılara temizletiyorlar. Şimdi onları gümüş yüzükleri ve afilli
başörtüleri de olmasa ayırt etmek imkansız. Hanımları örtülü,
sekreterleri mini etekli. Kişisel tarihlerinde annelerinden ve kız
kardeşlerinden başka bir kadın görmeyerek başları bağlandığı için
kadın meselesinde ciddi sıkıntıları var. Marka giyiniyorlar, parayı
harcayacak yer bulamıyorlar, yüzlerine bakan yüz binlerce aç adamın
karşısında kapılarında dikkat köpek var yazılı villalarında
yemekler, partiler veriyorlar. (Sözün burasında, mekanın ve
nesnelerin üst düzey olmasının değil, bu mekan ve nesnelere yüklenen
anlamın, bunlarla girilen ilişki biçiminin dünyevileşmeyi
oluşturduğunun farkında olduğumu belirtmek isterim.)
Dini kimliklerini üzerinde bir kambur gibi taşıyorlar, kendilerini
hep olduğundan farklı göstermeye, bir yerlere ve birilerine ispat
etmeye gayret ediyorlar. Bunu gören Cumhuriyetçi elitin köşe başını
tutmuş ağaları deliriyorlar, pastalarına ortak çıktığını görüp
hafakanlar geçiriyorlar. İslam ve İslamcılar konusunu sürekli
ayakta tutarak, habire televizyon ekranlarına ve gazete sayfalarına
taşıyarak hem malzeme ve gündem ihtiyaçlarını gideriyorlar, hem de
onları pastanın başından kovmaya çalışıyorlar. Bir kısım büyük
gazete köşe yazarları da sürekli bu konuları kaşıyarak hem günah
çıkarıyor, hem de bireysel iktidarlarını pekiştiriyorlar. İşte,
İslamcı burjuva filan diye adlandırılan bugünün şeşi beş gören
zengini, böyle bir psikolojik ve sosyolojik mirasın toprağında
yeşermiştir.
Tüm bu manzaranın karşısında ben, Bir nehir kenarında abdest
alsanız bile suyu israf etmeyiniz. diyen peygamber hitabını
düşünüyorum, sevad-ı azama (halkın geneli, büyük karaltı) riayet
lazımdır diyerek halkın genel yaşama standardını incitmeyecek bir
yaşayışı öngören alimlerin sözüne kulak veriyorum. İktisat ve
kanaatle sade yaşamanın erdemini önemsiyorum. Zenginlik düşmanı
olmadan, nesnelere ve sembollere tapınmadan ve düşman olmadan,
veren el olmanın anlamını hatırlatıyorum
Erdemli ve ahlaki
zenginleşmenin bir sahabe tavrı olduğunu söylüyorum..
Yüz tane aç adamın karşısında, rahmetli Erol Taşın filmlerde hoyrat
kahkahalarla tavuk budlarını gövdeye indirişini andıran bir hali
havsalamda bir yere oturtamıyorum
Yanlış anlaşılmasın, terbiye
olunmamış bir nefsin içinde hep bir burjuva ve burjuva özentisi
taşıdığını iyi biliyorum. Çoğu kere rahibenin iffetinin de suretinin
gayrıfotojenik oluşundan kaynaklandığını biliyorum.
http://www.islamiyontem.net/index.php/slamc-burjuva-nasl-dodu
|