FETHİ
AÇIKEL Ortadoğuda Tarihin Başlangıcı: Toplum ve
Siyaset Üzerine Notlar
Ortadoğuda Tarihin Başlangıcı: Toplum ve Siyaset Üzerine Notlar
Arap Baharı olarak adlandırılan ve Ortadoğudaki otoriter
rejimlerin yıkılıp yerine nihayet demokratik rejimlerin
kurulacağını vadeden toplumsal-politik dalga başlangıçtaki
umutları karşılayamadı. Ortadoğu toplumları, tohumları yüzyılın
başında atılan ve II. Dünya Savaşı sonrasında dönemde olgunlaşan
rejim tiplerini geride bırakabilecek bir demokratik dönüşüm
sürecine giremedi. Tarihin, lineer bir demokrasi hattı üzerinde
ilerleyip ilerlemediği bilinemez; ancak öyle olsa bile
Ortadoğunun, bu hattın uzağına düştüğü görülüyor. Çok az
toplumda gözlemleyebileceğimiz kendine özgü radikal siyasal
gelişimlere savruluyor. İslami geleneksel monarşilerin, askeri
rejimlerin ya da rekabetçi otoriter rejimlerin karşısına yeni
bir tip radikal popülist İslami rejim modelinin dikildiğini
gözlemliyoruz. Ortaya çıkan dinsel şiddet, yok edici çatışma,
insani dramlar ve yıkımlar açısından Ortadoğu tarihin dışına
savrulma tehlikesi ile karşı karşıya kalıyor.
Demokratikleşme açısından Ortadoğu, ne 1970lerin İspanya,
Portekiz ve Yunanistan deneyimlerine, ne 1980lerin Latin
Amerikada yerini sivil yönetime bırakan askeri
diktatörlüklerine, ne de 1989 sonrası post-Komünist çok partili
rejim dönüşümlerine benziyor. Ortadoğuda demokrasinin gelişimi
ve kurumsallaşması önemli toplumsal dinamiklere rağmen
gerçekleşemiyor. Kentli orta sınıfların, gençlerin ve kadınların
özgürlük taleplerinin, çalışan sınıfların adil ekonomik bölüşüm
taleplerinin yarattığı pozitif enerjiye rağmen beklenen Ortadoğu
Baharı gelmiyor. Bu nedenle Akdeniz, Latin Amerika ve
Post-Sovyet dönüşümlerin ardından beklenen demokrasi dalgası
Ortadoğuda henüz ivme kazanamadan ters bir otoriterleşme
dalgası ile kaotik bir radikalizm sürecine girmiş görünüyor.
Arap Baharı ironik bir biçimde 2009 İran cumhurbaşkanlığı
seçimleri ile Tahranda orta sınıfların reform talepleriyle
ortaya çıkan Yeşil Hareketi ile başladı. İran İslam
Cumhuriyetinin çok sert bir biçimde bastırdığı kentli
demokratik hareket belki de Arap Baharının muhtemel akibeti ile
ilgili ilk ipucu idi. Zira uzun süredir ilk kez Ortadoğuda daha
özgür ve adil bir ülke talep eden kitlelerin reform beklentileri
dile getirilmeye başlıyordu. Tahran bu açıdan Ortadoğuda
muhtemelen Beyrut ile birlikte- en güçlü sivil toplumsal
dinamikleri yaratabilecek kent olarak otoriter İslami
cumhuriyete karşı demokrasinin işaret fişeğini ateşliyordu.
Hüseyin Musaviyi destekleyen reform yanlıları İslami popülist
Mahmud Ahmedinejadın petrol rantından beslenen otoriterliğine
karşı itirazlarını dile getirdiler. Ancak dramatik bir şiddetle
karşılaşarak yenildiler. Tunusta 2011de Zeynel Abidin bin
Aliye karşı reform talebiyle sokaklara dökülen kitleler de
benzeri bir İhvancı popülist dalga ile karşılaşmak durumunda
kaldı. Benzeri bir yenilgi süreci Tahrir Medyanında Hüsnü
Mübareke karşı harekete geçen Mısırlıların demokrasi
taleplerinin bu kez de Müslüman Kardeşler popülizmine karşı
devam etti. Şimdi Suriye ve Yemende uluslararası dinamiklerden
beslenen grupların da müdahalesi ile iç siyasal çatışmalar yeni
bir düzeye taşınıyor. Tunustan Mısıra, Yemenden Suriyeye,
Libyadan Bahreyne kadar pek çok ülkede küresel müdahalelerle
de beslenen bir belirsiz çatışma, yıkım ve kaos dönemine
girilmiş oldu.
Demokratik mücadele için kurumsal araçların yetersiz olduğu,
reformcu dinamiklerin organizasyonel kısıtlarla karşılaştığı ve
güçlü bir sınıfsal liderlik temeline oturmayan bu sivil
hareketlerin demokratik dönüşümü hazırlayabilmesi kolay
görünmüyor. Zira gerilim, daha ziyade demokratik toplumsal
hareketler ile otoriter siyasal dinamikler arasında cereyan
ettiğinden, barışçı reform hareketleri güçlü siyasal araçlarla
donanamadıkları takdirde otoriter kurum ve gruplara karşı
toplumsal liderlik şanslarını yitiriyorlar. Ortadoğuya bu
açıdan bakıldığında belki de çarpıcı olan durum, demokratik
toplumsal momente eşlik edebilecek bir siyasal aracın ortaya
çıkmamış olmasıdır; bir diğer deyişle demokratik ve reformcu
toplumsallığın otoriter siyasal hareketlere yenilmesidir. Bu
açıdan baktığımızda Ortadoğuda aşırı siyasetin silahlı,
radikal, otoriter, paramiliter ya da devletli aktörlerin
toplumsal çoğunluk üzerinde etkili olma kapasitesinin
belirleyici olduğu bir döneme girildiği söylenebilir.
Dolayısıyla demokrasinin bölgedeki akıbeti, yüzünü dünyaya dönen
ya da kendisini dünyaya karşı konumlandıran akımlardan
hangisinin çatışmadan zaferle çıkacağına bağlı.
Ortadoğuyu yönlendiren ideolojik akımlar
Küresel süreçlerle ilişkili olarak baktığımızda 20.yüzyıl
Ortadoğusunda kitleleri harekete geçiren belli ölçülerde de
kurumsallaşmaya katkıda bulunan üç büyük ideolojik akıma tanık
oluyoruz. Ortadoğunun yüzyıllık tarihinde etkili olan akımlar
sırasıyla milliyetçilik, sosyalizm ve İslamcılık olarak
karşımıza çıktı. Bu akımları, beraberlerinde belli toplumsal
katmanların ve sınıfların yükselişine de tanıklık eden ulusal ve
bölgesel düzeyde etki yaratan akımlar olarak görmek gerekir. Bir
yandan siyasal temsil ve siyasal aidiyet sorunlarını, diğer
yandan da kalkınma ve bölüşüm sorunlarını çözmeye çalışan
programlar ürettiler. Bunlardan özellikle ilk ikisi modernliğin
küresel siyasal modelleri ve kavramsal araçları sayesinde belli
bir dönem aralığında da olsa kurumsal ve toplumsal kalıcılık
düzeyine erişme olanağı yakalayabildiler. Üçüncü akım olan
islamcılık ise küresel bir akımın uzantısı olmadığı gibi, önünde
model olarak kullanabileceği bir deneyim birikimine de sahip
olmaktan uzak, daha çok endogen ve bölgesel bir bileşen olarak
karşımıza çıktı. Onu, bu yönüyle aynı zamanda siyasal, idari ve
ekonomik program(lar)ı açısından belirsizlik ve hazırlıksızlık
gösteren ve kendi ayakları üzerinde yükselebilme olanağı sınırlı
olan bir akım olarak değerlendirmek gerekir. Zira ekonomik,
politik-anayasal, kültürel ve entellektüel olarak İslamcılık
akımını sürdürülebilir bir model olarak ortaya koyabilecek bir
kapasite ya da birikim olmadığı açık olarak görülmektedir.
Bu üç ideolojik akım seçici yakınlıklarına göre farklı
toplumsal konfigürasyonlarla hegemonik hale gelmeye çalıştılar.
Bu kongifürasyonlarda aydınlar, kentli sınıflar, pazar
esnafları, toprak sahipleri, köylüler, kent yoksulları, orta
sınıflar ve öğrenci hareketleri gibi farklı sosyal sınıf ve
katmanlardan kesimler yer aldılar. Konfigürasyonların dışında
kalan toplum kesimleri ise muhalif ideolojiler ve akımlar
içerisinde kendilerine yaşam alanları yaratmaya çalıştılar.
Ancak şaşırtıcı bir biçimde bu üç akım sadece saf biçimiyle
değil, aynı zamanda ideolojik alaşımlar olarak yaygınlaşma
sürecine girdiler. 1960lardan itibaren milliyetçilik bazı
durumlarda sosyalist söylem ve programlarla eklemlenme sürecine
girdi. Suriye ve Iraktan, Mısır, Libya ve Cezayire kadar,
Yemenden Filistine kadar pek çok ülkede milliyetçilik ve
sosyalizm eklemlenerek yaygınlaştı. 1980lerden itibaren ise
bazı sosyalist akımların sadece milliyetçilikle değil, İslami
renklerle de etkileşime girdiğine tanık olundu. Düşünsel
akımların üzerinde yükseldikleri katmanlar/sınıflar ile birlikte
Ortadoğuda siyasi öncülük de sürekli el değiştirdi. Önce Jön
Araplar, ardından milliyetçi Levanten burjuvazi ve toprak sahibi
sınıflar; ardından ise halk sınıflarından gelen sivil-askeri
üniversite öğrencileri ve yeni bürokratik katmanlar; en sonunda
ise orta-alt sınıflardan gelen muhafazakar üniversite
öğrencileri ve muhafazakar şehir esnafı ile kent yoksullarını
örgütleyebilen İslami cemaatler sahneye çıktılar.
Her bir ideolojik akım arasındaki geçişlilikler ve çatışmalar,
temsil ettikleri sosyal katmanların da birbirine eklemlenmesine
ya da karşıt kutuplara savrulmasına yol açtı. Günümüzde İslami
toplumsal dinamikler bir tür dinsel milliyetçilik formu olarak
görebileceğimiz pan-İslamik tonlarda evrilme belirtileri
sergiliyor. Devletlerin de sınırlarını aşan bir eğilim
sergilemeleri itibariyle İslami hareketler, yerel düzeyde
derinleşen demokratik bir dönüşüme değil, tam tersine
devlet-ötesi radikal siyaset üreten bir pan-İslamist
milliyetçiliğe evrilme eğilimine giriyor. Tıpkı pan-Arabizmin
demokrasiye evrilebilecek bir sosyal dinamiği radikalleştirip
kurumsallaşma karşıtı bir popülizme teslim etmiş olması gibi,
pan-İslamizm de parlamenter siyasetin içinde evrilebilecek ve
ılımlılaşabilecek bir toplumsal enerjiyi, devletleri ve sosyal
sektörleri tehdit eden bir kitle mobilizasyonuna dönüştürdü. Bu
nedenle pan-Arabizmin ve pan-İslamizmin demokratik kurumsallaşma
karşıtı eğilimleri, lümpen bir radikalizmin doğmasına yol açtı.
İsrail başta olmak üzere ABD ve diğer Batılı ülkelerle yürütülen
çatışmalı ilişki sarmalından içsel ve dışsel nedenlerle
çıkılamaması yüzünden Ortadoğu coğrafyası ulusal ve dinsel
Cihadizm ideolojisinden sıyrılamadı.
Bu gelişmelerin en önemli sonucunun, ulusal düzlemlerde
siyasetin kurumsallaşmasının sınırlı düzeyde kalması olduğunu
ileri sürebiliriz. Her üç ideoloji de temsil ve bölüşüm vaadine
ve kısmi başarılarına- rağmen, demokrasiyi kurumsallaştırıcı
birer akım olarak değil, aksine kitleleri harekete geçirmekle
birlikte bunu araçsallaştıran akım olarak sınırlı kaldılar. Bir
yandan devletlerin ve kurumlarının inşa sürecinde görülen
sorunlar, diğer yandan toplumsal dinamiklerin, sınıf
hareketlerinin/örgütlerin ve sivil toplum dokusunun
olgunlaşamamasından kaynaklanan nedenler otoriter popülist
hareketlerin şansını arttırdı.
Hem pan-Arabist, hem de pan-İslamist akımlar Ortadoğu
toplumlarında birer ideoloji ve hareket olmakla birlikte,
çoğulcu siyasal kurumların gelişimini destekleyen ve demokratik
yurttaşlığın gelişimine katkıda bulunan akımlar olmamışlardır.
Aksine aydınlar, öğrenciler ve halk katmanları üzerinde
yarattığı güçlü popülist enerji nedeniyle mevcut rejimlerin
güçlü bir hareket yaratmak için kullandıkları, ancak bu hareketi
zorunlu olarak demokratikleşme için yönlendirmedikleri
ideolojiler olarak işlev görmüşlerdir. Pan-Arabizm ve pan-İslamizm,
19.yüzyıl Avrupa milliyetçiliklerinin yarattığı etkiye kıyasla
çok sınırlı bir demokratikleşme ve temsil dinamiği ortaya
çıkarmıştır. Benzeri bir sorun bugün pan-İslamist akımların
farklı versiyonları için de söz konusudur.
Yurttaşlık anlayışı yerine yeni aidiyetler
Ulusal sınırların çoğu durumda sosyal fay hatlarıyla
örtüşmeyişi, kimlikler ve aidiyetler konusunda kimi sorunlar
yaşanmasına yol açtı. Özellikle yurttaşlık ve aidiyet anlayışı
zamanla -din, mezhep, etnisite vb.- primer aidiyetler karşısında
zayıflama eğilimine girdi. Bu ise çoğulcu siyaset geleneği ve
kurumları oluşmamış toplumlarda kutuplaşma ve rövanşizm
tehlikesini ortaya çıkardı. Siyasal iktidarı ele geçiren kesim,
temsil ve kaynak bölüşümü konusunda en avantajlı konuma
yükseldiğinde iktidarı siyasal bir tekel kurarcasına
şekillendirmeye çalıştı.
Bu yönüyle bakıldığında modern demokrasiler açısından evrensel
bir siyasal topluluk fikrinin gelişimini sekteye uğratan; daha
da kötüsü siyasal aidiyet, yurttaşlık ve kamusal alan oluşumunu
tekelleştiren bir yapının yeniden üretildiğine tanık oluyoruz.
Çoğulcu kamusal alan yaratılması olanağı primer bağların
aşırı-kamusallaşması ve evrensellik iddiasında bulunması
nedeniyle -mezhep, etnik köken, aşiret bağları ya da rejimin
etkili ailelerine yakınlık gibi daha- partiküler bağlar
üzerinden yeniden şekillenmeye başladı. Bu haliyle Ortadoğuda
siyasetin evrensel bir yurttaşlık ve demokrasi alanı
oluşturmasından değil, aksine toplumun demokratik çoğulcu
siyaset imkanını bu akımların kendi tekeline aldığından
bahsedebiliriz. Ulusal kimlikler, ulusal yurttaşlık ve siyasal
partileri işler kılabilecek çoğulcu gelenekler, kurumlar ve
demokratik kanallar bugün siyasallaşmış primordial kimliklerin
gölgesinde kalmış görünüyor. Bu ise, Ortadoğuda yeni bir
siyasal kabileciliğin gelişimi demek.
Geçmişe dönük olarak bakıldığında Ortadoğu toplumları Batılı
endüstri toplumlarının yaşadığı türde bir toplumsal gelişim
seyri izlemediler. Ne endüstriyel kapitalizmin sermaye ve emek
örgütlenmesini temsil eden kurumlarına, ne de emeğin siyasetini
üreten konvansiyonel bir işçi sınıfına sahip oldular. Geçmişte
sanayi emeğinin örgütlülüğü, petro-kimya endüstrisi gibi belli
sektörlerle sınırlı kaldı. Küçük imalathaneler ve düşük
teknolojik yoğunluk, ağırlıklı olarak kırsal olan bu toplumların
genel karakteristiğiydi. Günümüzde hızlı kentleşmeye ve göçe
karşın hala küçük imalathanelerin etkisinden ve örgütsüz bir
emek hareketinden bahsedebiliriz. Tekstil, inşaat ve turizm gibi
gelişmekte olan ülkelere özgü sektörler, etkili işçi
sendikalarının oluşumuna olanak tanımıyor. Benzeri bir biçimde
sermaye örgütleri de toplumsal müzakere masası etrafında
oturacak ölçüde güçlü ve organize değil.
Sivil toplum örgütleri ve meslek odaları söz konusu olduğunda
ise canlı ve güçlü bir yapılanmadan ve müzakere siyasetinin
gelişimi için gerekli olan temsil kapasitesinden bahsedebilmek
mümkün değil. Bu ise işçi sınıfı örgütlenmesinin yanı sıra orta
sınıf katman örgütlerinin de yeterince güçlü olmadığını
göstermekte. Bazı devletlerin sahip olduğu petrol gelirleri,
bölüşüm sorununun bir tür rantiye devletinin gölgesinde
çözülmesine yol açarken, üretim-temsil-bölüşüm zincirinin
dışında bir tür patrimonyal meşruiyet anlayışının hakim olmasına
neden olmaktadır. Rantiye devlet yapılarının oluşumu bütün sınıf
çıkarlarının üstünde konumlanmaya çalışan esirgeyen, bağışlayan
ve bahşeden bir siyaset biçiminin yerleşmesine neden olmuştur.
Bu yüzden sivil toplumun ilişkileri içinde tanımlanan evrensel
çıkar-müzakere süreçlerinin dışında, daha ziyade primordial
hatlarda işleyen kaynak bölüşümünden ve karar alma süreçlerinden
bahsetmek daha doğru olacaktır.
Sivil toplumun olgun ve çoğulcu bir niteliğe sahip olamamasının
siyasal alandaki izdüşümü ise çoğulcu siyasal rekabet kültürünün
gelişememesidir. Devleti ele geçiren grubun tüm kaynaklar
üzerinde denetim hakkı kazandığı ve kollektif kimliği
belirlediği bir ortamda, siyasal coğulculuktan ziyade otoriter
paternalizmin gelişimi söz konusu olmaktadır. Otoriter
paternalizm, hem koruyup kollama ve ihsan bahşetme, hem de baskı
ve yıldırma ile başka siyasal odaklarla işbirliğini engelleme
anlamında.
Kadın, gençlik ve azınlık hareketleri açısından ise İslam
toplumlarındaki geleneksel hiyararşilerden kaynaklanan bir
ikincil ya da marjinal konuma sıkışmışlıktan bahsetmek gerekir.
Ortadoğuda kadınların; eğitim, istihdam ve toplumsal katılım
olanakları açısından ikincil konumda bulunmaları da demokrasi
kültürünün yaygınlaşması ve kalkınma açısından sorun
yaratmaktadır. Bütün bu dezavantajlara karşın özellikle kentli
kadınların özgürlükler ve kamusal hayata katılım konusunda yine
de talepkar olduğu görülmektedir. Ancak güçlü bir seküler koruma
şemsiyesi mevcut değilse, bir yandan dinsel muhafazakarlık diğer
yandan da ataerkil kültürün ağırlığı kadınların kamusal alandaki
etkisini ve görünürlüğünü kısıtlamaktadır.
Sonuç cümleleri
Ortadoğu ile ilgili olarak giriş niteliğindeki bir tartışmanın
sonuç cümlelerinde- belki de yazının başında altını çizdiğim şu
saptamaları yinelemek yararlı olabilir. Ortadoğuda toplumsal
dinamikler henüz hazır konumda değil iken, küresel milliyetçilik
ve sosyalizm akımlarınında da etkisiyle yaklaşık yüz yıllık
süreç içinde yetersiz düzeyde olmakla birlikte- belli bir
toplumsal gelişim olanağı yakalanabilmişti. Bu sayede siyaset,
toplumsal dönüşümü hızlandırıcı bütün temsil, kalkınma ve
bölüşüm sorunlarına rağmen- bir kaldıraç etkisi yaratabildi.
Ancak son otuz yılda Ortadoğuda bir yandan milliyetçiliğin
kapsayıcı yurttaşlık modelinin ve devletin kurumsal
kapasitesinin düşüşe geçmesi yüzünden; diğer yandan da
-Ortadoğuda uygulandığı haliyle- sosyalizmin artık ekonomik
kalkınma ve sosyal bölüşüm alanlarında başarı şansının kalmaması
nedeniyle, parlamenter İslami siyasal hareketler alternatif bir
temsil ve bölüşüm hareketi olarak kendilerini sunma olanağı
yakaladı. Ancak Mısır, Tunus ve başka ülkelerde de tanık
olunduğu üzere başlangıçtaki çoğulcu ve parlamenter vaatlerinin
aksine İslami parti ve akımlar, ya hızla seçim zaferlerinin
verdiği sarhoşlukla baskıcı çoğunluk siyasetine savruldular;
ya da demokrasiyi iktidara gelme aracına indirgeyerek otoriter
popülist bir patikaya savruldular. Her iki durumda da hem iç
siyaset açısından, hem de bölgesel ilişkiler açısından
istikrarsızlığa ve çatışmaya yatkın rejimler olarak ortaya
çıktılar. Dolayısıyla iç siyasette ve küresel ilişkilerde,
pozitif toplumsal talep ve beklentilerin ve toplumun yükselen
orta sınıflarının demokratik beklentilerinin aksine otoriter,
maceracı ve öngörülemez söylemlerin taşıyıcısı oldular.
Dolayısıyla Ortadoğu toplumlarının sosyoekonomik düzeyinin çok
daha gerisinde kalan bir otoriter popülist siyaset biçimini,
kendi toplumlarına demokrasi görüntüsü altında sunmaya
çalıştılar. Bu yolla sadece geniş toplum kesimlerinin kabul
edebileceği bir bir arada yaşam modelini ortadan kaldırmakla
kalmadılar, aynı zamanda Arap Baharının demokratik kapasitesini
siyasal fırsatçılık adına heba ettiler. Kısacası, bu kez de
Ortadoğunun belli bir noktaya erişmiş toplumsal reformcu
dinamikleri İslami akımların otoriter popülist siyasetinin
ağırlığı altında ezilmekten kurtulamadı. Ancak belki de bu hayal
kırıklığı henüz Ortadoğuda tüm umutların sona erdiği anlamına
gelmeyebilir. Zira Latin Amerikadan Asyaya, Avrupadan ve
Amerikaya kadar dünyanın pek çok coğrafyasında tekrar yükselişe
geçen bir demokratik toplumsal dalganın etkisi hala sürüyor. Bu
açıdan bakıldığında Ortadoğu toplumları da bir istisna değil.
Bütün kaotik gelişmelere karşın, Ortadoğuda da çoğulcu ve
demokratik bir alternatif arayışı varlığını hala sürdürüyor.
Bölge toplumlarının önünde duran öncelik, bu yüzden belki de
toplumların beslediği reformcu beklentilere karşılık verebilecek
sosyal ve demokratik bir siyasetin, sahici alternatiflerden
biri haline gelebileceğinin ortaya konulmasıdır. Bu da
muhtemelen 21.yüzyılda Ortadoğudaki dördüncü büyük ideolojik
akımın yükselişine işaret eden barışçı bir gelişme olacaktır.
*Prof.Dr. Fethi Açıkel,
Ankara Ünv.,
fethiacikel@gmail.com
KAYNAK : http://www.sosyaldemokratdergi.org/2014/08/fethi-acikel-ortadoguda-tarihin-baslangici-toplum-ve-siyaset-uzerine-notlar/ |